ilkel toplumlarda mantık ve zihin kısım 1 – Tıbbiyeli Sözlük
yıllar önce kaleme aldığım, çeşitli nitelikli dergilerde bölüm bölüm yayımlanmış, konusu, içeriği ve kalitesi itibâriyle türkçe internetteki hemen hemen tek çalışma olan, temelde iki kısımlık yazıdır.

Doğru düşünme ve akıl yürütme etkinliklerinin bir metodu olan mantığın bu etkinlikleri gerçekleştiren zihinle olan ilişkisi bilimsel, sosyal ve felsefî bağlamlarla çok farklı açılardan ele alınabilir ve bilhassa mantığın menşei, neliği ve yapısı probleminin, mantığı işleten zihin ekseninde nasıl ele alınabileceği, mantık çalışmalarında başlı başına bir alan teşkil etmektedir. İlkel toplumlarda mantığın gelişimine ve tarihçesine giriş yapmadan önce onun zihinle olan ilişkisi kısaca incelenmelidir. Bu konuyla ilgili detaylı bilgiler ilerleyen yazılarda mantık felsefesi, zihin felsefesi ve mantığın kaynağı problemi alanlarında ayrıca incelenecek, bu yazıda yalnızca ilkel toplumlarla başlayan mantık faaliyetlerinin anlaşılmasına yardımcı olmak adına özlü ve genel açıklamalarla yetinilecektir.

Günümüz insanı, bilimsel adlandırmasıyla Homo sapiens, yaklaşık 300000 yıl önce Afrika’da evrimleşmiş, günümüz görünümünü ve kabiliyetlerini de bu dönemden itibaren yeryüzüne yayılarak 100000-150000 yıllık süreç içerisinde kazanmıştır[1]. İçinde bulunduğumuz tür, şu an insan türleri arasında yaşayan tek tür olup matematiksel düşünme kabiliyeti, dik durabilme özelliği ve bunun sonucu olarak ellerini pratik kullanabilme becerisine sahiptir. Bu insan türünü, diğer primatlardan ve genel olarak hayvanlardan farklı kılan beceriler arasında irade, akıl, vicdan, hayal kurma ve varoluşun üzerinde düşünebilme gibi niteliklerin diğer canlılara nazaran fazlaca gelişmiş ve kompleks olması gösterilebilir. Ancak bu durum, insana has gibi görülen niteliklerin diğer canlılarda hiçbir surette bulunmadığı anlamına gelmemektedir.

İnsan beyni, oldukça ilgi çekici bir organ olarak benliği, kimliği ve davranışları doğrudan etkiler ve düşünme, bellek, öğrenme, bilinç, zekâ ve akıl gibi niteliklerin ortaya çıkmasını sağlar. Dolayısıyla mantık ilkelerinin insan zihniyle ilişkisini incelemek adına insan beyninin özelliklerine göz gezdirmek yararlı olacaktır.

Yeni doğmuş bir insan yavrusunun beyni ortalama 350 gramdır.[2] İlerleyen yaşlarda beynin kütlesi artarak kadınlarda 1250 gram, erkeklerde 1400 gram dolaylarına gelir. Bu durum erkeklerin kadınlara karşı bir üstünlüğü olduğu anlamına gelmez; zira beyin/vücut kütle oranına baktığımızda bu oran erkeklerde yaklaşık %2’ye denk gelirken kadınlarda %2,5 civarındadır.[3]

Yetişkin durumda insan beyni 100 milyardan fazla sinir hücresi içermektedir[4]. Bu sayı yaşa, fiziki koşullara, genetiğe ve sağlığa göre değişebilmektedir. Beyindeki bu sinir hücrelerinin bağlantıları ise trilyonlarla ifade edilmektedir. Zekâ ve akıl yetileri hakkında ve genel olarak beyin hakkında bilimsel verilerimiz hâlâ yetersiz olsa da beynin birçok faaliyeti tanımlanabilmiş, beynin belirli işlerden sorumlu kısımları ayırt edilebilmiş ve bu çalışmaların bir sonucu olarak beynin esasında birbirinden bağımsız ve ayrı çalışan parçalar yığını değil, aksine bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu açıdan akıl ve mantıksal düşüncenin beyinde varlığı, beynin yalnızca bir parçasına ait bir özellik olmayıp beynin birçok kısmının ve bu kısımların fonksiyonunun sağlıklı çalışmasının bir sonucudur. Rasyonel (mantıksal) etkinlik, sağlıklı çalışan bir beyin için bir zorunluluktur. Öyleyse neden insan zihni mantıksal ilkeleri deneye ihtiyaç duymaksızın, yani a priori olarak, bilmektedir? Veya gerçekten bu ilkelerin a priori olduğundan emin miyiz? A posteriori mantık ilkeleri mümkün müdür? Aklın elde ettiği bu ilkeler onda doğuştan var mıdır? Mantık ilkelerinin a priori özelliğinin sorgulanması, mantığın kaynağı problemi çerçevesinde ele alınır. Bu noktada mantığı hangi açıdan ele alacağımız, soruya vereceğimiz yanıtta değişikliğe sebep olacağından mantığın temel ve üzerinde uzlaşılmış bir tanımını yapmakla işe başlamalıyız. Mantığı bir doğru düşünme yöntemi ya da doğru düşünmeyi kendine konu edinen bir bilim dalı olarak tanımlayabiliriz[5]. Mantığın sistemli bir bilim dalı olarak incelenmesi Antik Yunan’daki Sokrates-Aristoteles okullarının çalışmalarıyla mümkün olduğundan, burada bizim aradığımız bir bilim olarak mantık değildir. Çünkü mantıksal düşünce Antik Yunan’dan çok önce de vardır. Mantığın temel ilkelerinin zihinde varlığının incelenmesi ve kavramlar-kategoriler bağlamında değerlendirilmesi, mantık-zihin ilişkisi içinde önem arz etmektedir.

İnsan zihninde mantık ilkelerinin varlığı ve bu mantığın kaynağı, filozoflarca yüzyıllardan beri süregelen bir tartışmanın konusudur. Mantığın aksiyomatik ve sistematik bir hale geldiği MÖ. 4. Yüzyıldan çok önce de mantıksal düşüncenin kaynağının sorgulandığına dair bilgiler mevcuttur. Orta Çağda Aristo’nun etkisiyle gündeme gelen bu sorun üzerinde günümüzde de tartışmalar bilimsel-felsefî düzlemde devam etmektedir.

Türkiye’de mantığın kaynağı ve insan zihniyle ilişkisi problemini gündeme getiren, yurtdışındaki çalışmaları Türkiye’ye tanıtan ve bu çalışmaları ilerleten en önemli isim Ankara Üniversitesi’nden Necati Öner olmuştur. İlâhiyat Fakültesi’nde “Fransız Sosyoloji Okuluna Göre Mantığın Menşei Problemi” ismiyle yayımladığı çalışma, bu sorun üzerine ülkemizde yapılmış ilk önemli çalışma sayılabilir. Necati Öner 1964 yılında yayımladığı bu çalışma ile doçent olmuştur. Öner, bu çalışmasında yurtdışındaki çalışmaları ülkemize kazandırmış ve onları eleştirerek kendi araştırmalarını da literatüre eklemiştir. Öner’le birlikte sonradan birçok mantıkçı, çalışmalarında mantığın kaynağı sorununu ele almıştır. Öner’in çalışmalarına detaylı olarak daha sonraki yazılarda değineceğim.

Kavram ve kategorilerin neliği, yapısı ve kaynağı problemi, mantığın temel problemlerindendir. Kavramlar üzerine tartışmalar, mantık tarihinde “Tümeller Tartışması” adı verilen uzun süreli tartışmaları doğurmuştur. Bu konu üzerinde üç temel çözüm önerisi sunulmuştur. Kavram realistlerine göre kavramlar zihinden bağımsız olarak gerçekliği olan varlıklardır. Bu görüş Platoncu görüş olarak bilinir. Konseptüalistlere göre kavramlar ancak tekiller yardımıyla bilinebilir ve tekillerden bağımsız bir gerçeklikleri olamaz. Bu görüş Aristocu görüş olarak bilinir. Nominalistlere göre ise kavramlar ne kendi başlarına ne de tekiller vasıtasıyla bilinebilir. Onların hiçbir surette bağımsız gerçeklikleri olmayıp kavramlar birer addan ve sözden ibarettir[6].

Aklın ilkelerinin kaynağı probleminde de kavram ve kategorilerde olduğu gibi farklı görüşler mevcuttur. Felsefenin klâsik tartışmalarından olan idealizm-materyalizm ve rasyonalizm-ampirizm tartışmaları, aklın ilkelerinin kaynağı konusunda belirgin şekilde ortaya çıkar. Burada da iki temel görüş söz konusudur. Aklın üç esas ilkesi bilindiği gibi özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin olanaksızlığı ilkeleridir. Bu ilkeler doğuştan a priori olarak zihinde vardır diyen rasyonalistlerin yanı sıra bu ilkelerin bilgisi sonradan deneyle elde edilmiştir diyen deneyciler de vardır. Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi rasyonalistler bu ilkelerin a priori olduğunu savunup zihinde hazır bulunduğunu iddia ederken Hume ve Locke gibi deneyciler ise bu ilkelerin sonradan elde edildiğini, çünkü insan zihninin doğuştan bomboş bir levha gibi (tabula rasa) olduğunu savunmaktadırlar.

Mantık-zihin ilişkisini ve mantığın kaynağı problemini kayda geçmiş filozoflar bazında incelemek istersek Aristoteles (MÖ 384-322) ile başlamak yerinde olur. Mantığın tarihi ve felsefî sorunları her ne kadar Aristo döneminden çok daha öncesine dek gitse de mantığı dizgesel olarak inceleyen ve ona akademik-sistematik değer kazandıran filozof Antik Yunan’da Aristo olmuştur7. Aristo’ya göre zihnin kanunları ile varlığın ilkeleri bir ve aynıdır. Aristo mantığının bu özelliği, mantığa metafiziksel bir nitelik kazandırmıştır. Aristo’dan sonra gelen felsefecilerden Stoacılar, özellikle Chrysippe (MÖ 277-204), Aristo mantığını, zihin-varlık ilkelerinin birliğini eleştiriye tabi tutarak zihin kanunları-varlık kanunları birliğini çözmüş, mantığı metafiziksel yorumlardan arındırmaya çalışmışlardır[8]. Fakat Aristocu görüş, Stoacıların eleştirilerinden sıyrılmış, Orta Çağda asırlarca etkin olarak savunulmuş; ancak modern dönemde I. Kant (1724-1804) ile birlikte ciddi bir başarısızlığa uğratılabilmiştir.

Aristo’ya göre zihni varlıktan ayrı, bağımsız ve a priori olarak düşünemeyiz. Varlıktaki düzen, zihin ve mantıksal düşünme üzerinde etkilidir. Varlığın düzeninin kanunları, zihnin ve dolayısıyla mantığın da kanunlarını belirler. Bu şekilde düşünen zihin, varlığı bilir ve bunu varlığın kanunları ile aynı kanunlara sahip olan mantık kanunları sayesinde yapar. Varlığın gerçekliği, zihnin gerçekliğine uygundur, çünkü zihin mantık ilkelerini kullanır. Bu durum, mantık ilkelerini kullanan zihni, varlığı inceleyen bilimler için temel bir ölçüt yapmıştır[9]. Necati Öner bu durumu şu şekilde açıklar:
“O kadar ki, Aristoteles, mantığı fizik ve metafiziği izah için metot olarak kullanıyordu. Onun mantığı, Batı ve Doğu Orta Çağında bir alet olarak telakki edilmiş ve bütün bilimsel faaliyetler için metot olarak rağbet görmüştür.”[10]

Orta Çağda etkili olan Aristo mantığı ve onun metafiziksel-ontolojik karakteri, Aydınlanma Çağı’nda Immanuel Kant (1724-1804) tarafından eleştirilmiştir. En başta Kant, mantık ve zihin ilkelerini varlık yasaları olarak görmez; mantık, zihin ve ontolojik gerçeklik arasında böyle bir ilişki kurmaktan kaçınır. Kant’a göre mantık ilkeleri, bizi fenomenler dünyasının bilgisine, yani dış dünyanın ve genel olarak varlığın bilgisine ulaştıracak kişisel, düzenleyici ilkelerdir. Dolayısıyla her özne için geçerli zihin-mantık-varlık yasalarının aynılığı söz konusu olamaz. Onlar bize varlığın genel yapısını bildiren yasalar değil, dış dünya fenomenlerini bildiren a priori ilkelerdir. Kant’a göre Aristo’dan beri asırlarca kabul edilmiş mantık ilkeleri-varlık ilkeleri eşliği büyük bir yanılgıdır; mantık ilkeleri varlık yasaları olamaz, onlar sadece dış dünyayı bilmeyi sağlar. Kant, Aristo ekolünde hareket eden bu düşünürlerin mantıkta ontolojizm adını verdiği bir hataya düştüklerini iddia eder. Kant’ın fikirleri, mantık ilkelerinin zihinde a priori olarak var olduğunu söylediğinden rasyonalizme yaklaşırken, aynı zamanda empiristlerle de şu noktalarda ilişkilidir: empiristler, mantık ilkelerinin zihinde sonradan, deney ile elde edildiğini söylerken Kant ile farklı düşünmekte ve bu nedenle varlığın yasaları olamayacağını söylerken Kant’a yaklaşmaktadırlar. Empiristler zihnin doğuştan boş olduğunu söyleyerek Kant’ın a priori görüşlerini eleştirirler. Empiristlere göre mantık ilkeleri zihne sonradan gelir, yani a posterioridir. Bu görüş deneycilerin mantıktan ontolojiyi ve metafizik karakteri silmek istemeleri ile de paraleldir[11].

Mantık ilkelerinin zihinde varlığı, zihinle ilişkisi ve kaynağı hususunda temel yaklaşımlar yukarıda açıklandığı gibidir. Düşünce tarihinde mantıksal yasaların zihinde a priori olarak bulunduğunu iddia eden rasyonalist görüşlerle beraber bu fikrin zıddı olarak -kısmî deneyciler hariç- deneycilere göre zihinde mantık ilkeleri dâhil hiçbir bilgi bulunmaz, mantık ilkeleri de her bilgi gibi a posteriori olarak tecrübe edilir. Kant bu iki karşıt görüş arasında kritisizm çerçevesinde bir yorumda bulunarak Orta Çağ boyunca savunulan Aristocu fikirleri başarısızlığa uğratmış, empiristlerin de hatalarını ortaya koymuş, bilimin ve felsefenin objektifliğine vurgu yaparak çağdaş, modern düşüncenin yolunu açmıştır.

Mantık-zihin ilişkisinde yeni dönemde sosyolojik ve psikolojik açıklamalar da mevcuttur. Bu noktada psikolog ve sosyologların mantığı ve zihni ele alışları, onların neliğini ve yapısını açıklayış tarzları, kendi felsefî eğilimlerinden etkilenmekte, net bir objektif-bilimsel anlayış ortaya konulmakta güçlük çekilmektedir; bu bilim insanları arasında da hâlâ tartışmalar söz konusudur. Buna rağmen üzerinde güçlü konsensüs bulunan, pek çok psikoloğun doğru kabul ettiği bir görüşe göre, mantık ilkelerinin kaynağı psişik “ben bilincidir”. En temel mantık ilkesi olan özdeşlik ilkesi üzerinden hareket eden psikologlar, tarihsel süreçte insanların iç ve dış deneyimleri boyunca ilk olarak kendilerini anlamlandırdığını ve tanıdığını ortaya koymaktadırlar. Bu görüşe göre ilk insanlar, ilk olarak kendi benliklerinin tekliğini kavradılar ve kendi dışındaki nesnelere-canlılara bakarak kendilerini onlardan ayırt ettiler. Bu noktadan itibaren diversitas (başka olma, çelişmezlik) düşüncesini ürettiler. Kendini bilerek özdeşlik ilkesini bulan insanlar, civarlarındaki diğer varlıklar yoluyla da kendilerinden farklı olanı gördüler. Bu noktada da çelişmezlik ilkesinin formülasyonunu ortaya koydular. Bu pre-historik döneme ait psikolojik araştırmalar, bize mantık ilkelerinin a posteriori özelliğini çağrıştırmaktadır. Bununla birlikte mantık ilkelerinin zihinde a priori bulunduğunu iddia eden Piaget gibi psikologlar da vardır. Konuyu sosyolojik açıdan değerlendiren Mauss ve Durkheim gibi sosyologlar arasında da zihnin mantık ilkelerini toplumsallaşma sürecinde elde ettiği fikri üzerinde bir görüş birliği mevcuttur[12].

Zihinde bulunan mantık ilkelerinin nedeni sorulabilir mi? Zihindeki mantık ilkelerinin nedeni nedir? Bu sorunun, yani neden sorusunun, üzerinde uzlaşılmış bir yanıt bulunmamakla beraber, hatta böyle bir sorunun sorulamayacağına dair görüşler de ortaya atılmıştır. Bu soruyu mantık-zihin ekseninde felsefî ve bilimsel bakış açılarıyla incelemek durumundayız. Öncelikle, bir bilim dalı olarak psikoloji, düşünme edimiyle olgusal ve bilimsel açıdan ilgilenir. Zihnin düşünme edimi ise salt mantıksal düşünme ile sınırlı değildir. Tasarlama ve hayal etme ile çeşitli koşullarda mantıksal düşüncenin sınırlarını zorlayabilen zihin, zihinsel sağlığın bozulması durumunda ise mantıksal düşünceden uzaklaşabilir. Psikoloji de insanın mantıksal düşünceye etki eden psişik, sosyal, biyolojik, sinirsel ve çevresel etmenleri çeşitli testler, gözlemler, deneyler yoluyla araştırır. Düşünmenin yapısı psikolojinin konusu iken düşünmenin kendisi mantığın ve psikolojinin konusu değildir. Aynı şekilde düşünmenin nedeni de felsefî araştırmalarda konu edilebilir fakat mantıkî ve psikolojik açılardan ele alınamaz. Mantık, doğru düşüncenin yöntemlerini ve yollarını içerir ve doğru düşünceye bir kalıp (form, biçim) görevi yapar. Başka bir deyişle mantık, mantıksal düşünmeyi olgusal olarak değil, salt formel yönden inceler. Kişinin mantıksal düşündüğünü belirttiğimizde anlatmak istediğimiz, onun hangi hâl ve koşullarda bulunduğu değil, doğru önermelere sahip olduğudur. Burada mantıksal düşünce kişinin kendi psişik özelliklerinde değil, kimlik dışı bir konumda bulunmaktadır[13].

Psikolojizm araştırmaları, son yüzyıllarda ortaya çıkan ve mantık ilkelerinin ve genel olarak metafiziğin, etiğin ve epistemolojinin kökenini ve nedenini insanın zihninde ve psişik yaşamında arayan bilimsel bir yaklaşım olarak özetlenebilir[14]. Mantıkta psikolojizm, kişinin öznel varlığı ile ilişkili olarak mantık yasalarını kişinin benliğinde bulma araştırmasıdır. Psikolojist yaklaşımların baştaki temsilcisi olan Edmund Husserl (1859-1938), mantığı salt bir disiplin ve normatif bir bilim olarak tanımlamış, mantık ilkelerinin bu yüzden a priori olması gerektiğini iddia etmiş ve Kant’a benzer fikirler ileri sürerek onlara transandantal (aşkın, doğaüstü) nitelik atfetmiştir. Sonraki dönemlerde psikolojist fikirlerini terk eden E. Husserl, bunun sebebi olarak empirist bir bilim olan psikolojinin, mantıksal ilkeleri açıklamada yetersiz kalmasını göstermiştir. Deneysel bilimler, endüktif yani tümevarımsal önermelerle ve ancak olasılıklarla yargılar üretebilirken mantık gibi kesin, zorunlu ve dedüktif yani tümdengelimsel alanların ilkelerini ve önermelerini temellendiremez. Zaten mantıksal önermeleri kendisi kullanan bir bilimin mantıksal önermeleri temellendirmeye çalışması tam bir döngü yaratır. Bu durum ise mantıkta istenmeyen bir durumdur. Sonuç itibariyle bilimsel bir yaklaşım olarak psikolojizm, mantığın ilkelerinin nedenini ve zihindeki kaynağını bilimsel yoldan açıklamakta bir döngüye düşerek başarısız olmuştur.

Neden sorusunun bilimsel açıdan ele alınışında ortaya çıkan güçlükler yukarıda açıklandığı gibidir. Konunun felsefî yansımaları oldukça farklı alanlara sıçramayı da gerektireceğinden kısa bir açıklama ile mantık-zihin ilişkisini bitirmeyi hedefliyorum. Alman matematikçi ve filozof G. W. Leibniz’e (1646-1716) göre mantık ilkeleri akıl için zorunludur. Yürümek için nasıl kaslara ihtiyacımız varsa düşünmek için de mantığa ve ilkelerine ihtiyacımız vardır. Onların olmaması düşünülemez ve zihin sadece bu ilkelere dayanır[15]. Leibniz’in açıklamalarındaki “olmaması düşünülemez” ifadesi şüphesiz ki bize neden hakkında bilgi vermiyor. Çünkü düşünsel bir etkinlik olarak felsefenin rasyonel bir “mantığın nedeni” açıklaması yapmasının zorluğu, rasyonel açıklamaların mantığı bir ön bilgi şeklinde kullanmasından ileri gelmekte, tıpkı bilimsel bir açıklama çabasına girdiğimizde karşımıza çıkan bir döngü durumunun varlığı gibi, felsefî açıklamalarda da karşımıza bir kısır döngü çıkarmaktadır. Sonuç olarak rasyonel bir faaliyet olan bilim faaliyeti ile zihnin sahip olduğu mantık ilkelerinin nedeninin sorgulanamaması durumu gibi, felsefeyi rasyonel biçimde ele aldığımızda da karşımıza aynı durum çıkmaktadır. Bu koşullarda mantığın ve zihindeki ilkelerin nedeni hususunda irrasyonel ya da doğaüstü açıklamalara ihtiyaç duyulmaktadır ki, bu durum temellendirilemeyen birtakım inanç ve iman olgularının açıklamalarını gereksinmeyi işaret etmektedir. Neden sorusunu sormamak ve sorulamayacağını iddia etmek, bilimsel-rasyonel açıklamalar için bir zorunluluk halini almışken, inanç yolu ile bu soruya çeşitli doğaüstü güçlerle cevap verebilmek, temellendirmeden uzak olsa dâhi olanaklıdır. Bu noktada dinî birtakım normlar ve dogmaların bu soruya cevap verdiği görülmektedir. Nitekim ülkemizde Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken de bu konuya dikkat çekerek rasyonel etkinliklerle ulaşamadığımız noktalara iman ve inanç ile ulaşabildiğimizi söylemekte, nedensel ve zihinsel soruların cevaplarının aşkın bir varlıkla çözülebileceğini iddia etmektedir. Gazali, Pascal ve Bergson bu tip bir anlayışı benimseyen düşünürlerdendir[16].

Zihin ve mantık ilişkisini ele aldığım bu kısımda ilkelerin kaynağı, zihinde varlığı, zihinle ilişkisi, kavram ve kategorilerin neliği konularında genel yaklaşımlara ve temel tartışmalara yer verilmiştir. İlerleyen yazılarda mantığın kaynağı problemi farklı eksenlerde daha ayrıntılı şekilde incelenecektir.

devâmı: #108560