Bir dostoyevski eseri. Kişisel gelişim kitapları okumaktan daha faydalı olduğu kesin. ismi ile müsemma daha çok insanın yer yarılsa da yerin içine girsem dediği durumları ele alan, insanın, paralelinde hareket ettiği çıkarlarının ölçütünü tartışmaya açan bir yapıt. İlk bölümü daha çok okuru karşısına alarak bir sohbet havası ile yazılmış olan kitabın ikinci bölümü ise bir hikayeden oluşmaktadır.
okuyucularının gözüne insan olmayı sokan müthiş akıcı dostoyevski romanı.
''Şimdi sorarim size: Bu gibi tuhaf nitelikleri olan yaratıklardan başka ne beklenir? Böyle birinin önüne tüm yeryüzü nimetlerini serin;mutluluk denizine başı kaybolana, hatta suyun üstünden hava kabarcıkları çıkana değin gömün;elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan,yalnız uyuması,ballı kaymak yemesi,bir de insan soyunun tükenmemesi uğruna çalışması için tüm zenginlikleri yığın.Bakın bu insan sırf nankörlüğü, rezilliği yüzünden başınıza ne püsküllü belalar açmaya çalışacaktır! Ballı kaymağı gözü bile görmez;bile bile en zararlı,çıkarına en aykırı yaramazlıklar, saçmalıklar yapmaya çalışır.Bununda nedeni akıllı uslu yaşamaktan bıkıp,tehlikelere doğru kanatlanan hayal gücünü her işine katmak istemesidir. Akıllara durgunluk veren hayallerini, en koyusundan budalalıklarını elinden bırakmak istemez çünkü insanların piyano tuşu değil hala insan olduklarını ispatlamaya çalışır kendi kendine.''
bu kesiti haftalardır düşünüyorum. yaptığımız ve gerçekten aptalca olduğunu bildiğimiz, neden yaptığımızı anlamlandıramadığımız pek çok şeyin sebebini gözlemlemiş yazar. ''piyano tuşu olmadığımızı kanıtlamak''. bir irademiz olduğunu, istersek ne kadar aptalca şeyler yapabileceğimizi ve bunun yalnızca bizim elimizde olduğunu kendimize ve adeta tüm dünyaya kanıtlamak. bu aptalca arzunun her şeyin, duygularımızın, düşüncelerimizin ve mantığımızın önüne geçmesine engel olamıyoruz.
''İnsanın yöneldiği tek hedef, hedefini elde etmek için harcadığı sürekli çabadır, başka bir deyişle yaşamın kendisidir. Oysa hedef iki kere iki dörtten, bir formülden başka bir şey olamaz; iki kere iki dört ise yaşam değildir, beyler; ancak ölümün başlangıcıdır. İnsan iki kere iki dörtten, en azından bir korku duymuştur. Evet, insanın tek yaptığı şey, iki kere iki dörtlerin peşine düşmek, okyanusları aşmak, bu uğurda seve seve yaşamını vermektir; ama öbür yandan aradığını bulacağı için de ödü patlar. Çünkü bulursa arayacak başka bir şeyi kalmayacağını hissetmektedir. İşçiler işlerini bitirince para alırlar, daha sonra da gidecekleri bir meyhane, düşecekleri bir de karakol çıkar nasıl olsa. Peki ama bizler nerelere gideriz? Onun için hedefe her varışta bir tedirginlik duyulur. İnsanoğlu amacına doğru ilerlemeyi sever; fakat amacını elde etmeyi değil. Çok gülünç bir durum doğrusu. İnsanın yaradılıştan gülünç bir varlık olmasındadır bütün terslik zaten. İki kere iki dört çekilmez bir şey. İki kere iki dört, bana sorarsanız, bir küstahlıktır. İki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa sola tükrük atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere iki dördün yetkinliğine -mükemmelliğine- inanırım; ama en çok övülmeye değer bir şey varsa, o da iki kere ikinin beş etmesidir..."
bulmak için ararız şüphesiz... ama hep bulmaktan biraz ürkmez miyiz? sonlardan nefret etmez miyiz çoğumuz? sona yaklaştıkça ''ee, şimdi ne olacak?'' soruları gelmez mi aklımıza?
son bir alıntı daha yapıp bırakıyorum. kısacası kibir dolu, iç dünyası çalkantılarla dolu insanoğlunun aynası bir roman.
''İkinci dereceden bir rolü kendime hiç yakıştırmaz, bundan dolayı sonuncu olmaya gönül rahatlığıyla katlanırdım. Ya kahraman olacak ya da çamura batacaktım, ikisinin ortası yoktu. Beni mahveden de buydu ya!.. Çünkü çamurda debelenirken, “bir gün gelecek kahraman olacağım” diye avuturdum kendimi. Ancak kahramanların çamura batmaya hakları vardı, sıradan insanların çamura bulaşmaları uygunsuz kaçardı. Çamuru bağışlatmak için yüce insan, kahraman olmak gerekirdi.''